Çoğumuz bir zaman
aralığı bulup, afilli, şık restoranlara gitmişizdir. İstanbul’da binlerce
restoran mevcuttur ve sayıları her geçen gün artmaktadır. Avrupa mutfağı, dünya
mutfağı, uzak doğu, japon, çin, asya, hint derken neredeyse her mutfağı
dilediğimiz zaman tadabileceğimiz binlerce alternatifimiz mevcuttur. Bunlar
gibi lüks ve zengin mutfaklı mekanlara, bazılarımız bazen gitse de, bazılarımız
için bu durum restorana “ müdavim olma” seviyesindedir. Elbette bu tarz
mekanların kendilerine özgü marka değerleri, servis/hizmet kaliteleri, yüksek
standardları ve zengin mönüleri vardır. Örneğin ben egeli biri olarak otlara
bayılırım. Otlu yemeklerin her şekli kabulümdür. Sanıyorum ki benim gibi
arkadaşlarım da bir hayli fazla. Bu restoranlar ayakta durmayı bir yana
bırakın, her geçen gün önüne geçilemez şekilde markalaşıyor ve adlarını
duyurmayı başarıyorlar, tebrik ederim. Elbette bunun arkasında birbirinden başarılı
isimler var. Mekanın işletmesinden, çalışanlarına kadar koca bir ekip bu ve
benzeri yüksek kaliteli yerleri bizlerle buluşturmayı hedefliyor. Restoranın konumlandırıldığı
yer de elbette bu başarının bir parçası... Nerede işlettiğiniz bu anlamda çok
önemli. Nişantaşı, Etiler, Ulus gibi yerler adlarını daha hızlı duyurmakta ve
kısmen iddialı semtlerimiz arasında. Elbette bu durum, turistlerin sıklıkla
ziyaret ettiği bölgelerde de farklı değil.
Yiyeceklerin
tarzlarına gore, birbirlerine uyumlu gruplar halinde sıralanmalarıdır aslında
“mönü” dediğimiz, fransızca sözcük. Bu nadide restoranlarımızdaki
mönü çeşitliliği insanların kalbine giden yollara dönüşüp, bizleri feth ediyor.
Ancak zaman zaman, mönüde gördüğümüzde dahi, garsona “bu ne yani?” dediğimiz,
bizim kültürümüze tamamen yabancı, farklı kültürlere ait değişik ve asortik
yemekler mevcut. Bu tarzlardan bazılarını yemek bir yana, tadı güzel olsa bile,
uzun isimleri nedeni ile, görünce insanın canı ne yemek, ne de sipariş vermek
istiyor, bknz: “Yufkalı bonbon eşliğinde mandalinalı
mus” Yani?
Önünüze
geldiğinde öylece baktığınız, porsiyonları, gözünüzü daha başından aç bırakan
bu leziz tarifler aslında birer sanat eseri. Olay burda zaten... Bizim alıştığımız
porsiyonların dışında, tıka basa doymak değil olay, olay şölenle buluşmak,
sanatı algılamak ve bedelini ödemek aslında. Sizin tanışamadığınız o muazzam “aşçı”,
bu yemeği çıkarırken, sizin ne kadar aç
olduğunuz ile ilgilenmez, zira amacı midenizi memnun etmekten öte, sanatını
sergilemektir ve daha ziyade görsel şölen sunmanın peşindedir, kendine özgü
stili ile. Takdire şayan! Bu tarz hizmet veren şık restoranlarda bu nedenle
sunulan yemeğin doyurucu olması değil, “unique” olması esastır. Genelde
kullanılan malzemeler aşağı yukarı benzerdir, et, tavuk, balık vs. Burada olay
aynı ürün ile farklı tasarımlar yaratabilmek, denememişi denemek, hem göze, hem
damağa hitap edebilmektir. Sanatçılarımız bu konuda “şef” isminden çok daha
fazlasını hak ederler kanımca... Örneğin çok beğendiğim bir mutfak sanatçısını
paylaşmak isterim ki değişik kombinasyonlar ile hayatımızda bir kere bile olsa
yine de denemek isteyeceğiniz alternatifler yaratır durmadan.
(Alıntıdır) Britanya
İmparatorluk Nişanı ile ödüllendirilen Jamie Oliver’ın imza yemeği olarak kabul
edilebilecek yemeğimiz ise: “Muz
yaprağında balık buğulama”
Onur nişanları,
Kraliyet Ödülleri gibi hatırı sayılı, ömürlük, çok değerli ödüllerdir bunlar,
kendine has üslubu olan sanatçılarımızın layık görüldüğü, muazzam sunumlar,
başarılı işler sayesinde alınırlar, gurur verici onlar adına ve deneyen
insanlar adına, alkışlar...
Saygılar sunarım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder